ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ-TÜRKOLOJİ ARAŞTIRMALARI MERKEZİ
Anasayfa | Makale Bilgi Sistemi | Konu Dizini Yazarlar DiziniKaynaklar Dizini | Makale-Yazar Listesi |  Makale Sayısı-Tarih Listesi | Güncel Türkoloji Kaynakçası

Atatürk Araştırmaları || Çukurova Araştırmaları || Halkbilim || Dilbilim || Halk Edebiyatı || Yeni Türk Dili || Eski Türk Dili
Yeni Türk Edebiyatı || Eski Türk Edebiyatı || Dil Sorunları || Genel || Tiyatro || Çağdaş Türk Lehçeleri

TÜRK DÜNYASINDA TOPLUMSAL DEĞİŞME VE
MODERNLEŞMENİN TARİHSEL-TOPLUMSAL TEMELLERİ:

BİR ÖRNEK MODEL OLARAK
TÜRKİYE

AKADEMİK BAKIŞ

Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi

ISSN:1694 - 528X    Sayı: 6    Mayıs - 2005

İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi - Türk Dünyası Kırgız - Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü Celalabat - KIRGIZİSTAN

Yrd. Doç. Dr. D. Ali ARSLAN n

ÖZET

Bu çalışmanın temel amacı, günümüz Türk toplumunun yaşamakta olduğu toplumsal değişim ve modernleşme
sürecini, toplumsal ve tarihsel kökenleri ile incelemektir. Modern Türk toplumunun yaşadığı toplumsal evrimleşme
ve modernleşme süreci, yaşadıkları değişim son yıllarda daha da hızlanan Türk dünyası ailesinin öteki toplumlarına
da önemli bir örnek model oluşturacak niteliktedir. Sahip olunan ortak so sy o-kültürel doku, bu örnek modelin
akraba topluluklar açısından önemini daha da arttırmaktadır.

Bu amaç gerçekleştirilirken, tarihsel bir bakış açısından hareket edilmiştir: Öncelikli olarak, Türk modernleşmesinin
temellerinin atıldığı, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerine kısaca bir göz atıldı. Sonra da bu belli bir
sistemden yoksun çabaların, gerçek bir dönüşüm sürecine dönüştüğü Cumhuriyet dönemine yer verildi. Cumhuriyet
dönemi incelenirken de, önce Türk Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in kuruluş yılları üzerinde duruldu. Ardında da,
Çok partili dönem Türk siyasi hayatı ana hatları ile ele alındı.

Türk toplumunun en köklü, en güçlü ve en önemli kuramlarından bir olan ordu, toplumun modernleşme sürecinde
merkezi kurum olma niteliğine de sahiptir. Türkiye’de modernleşmenin kökleri, Osmanlı İmparatorluğu’nun
sonlarına kadar uzanmakla birlikte, sistematik ve bütünsel anlamda gerçek bir modernleşme süreci, Atatürk
Devrimleri ile başlamıştır. Türk modernleşmesine yön ve şekil veren elitlerin, ordu kurumundan çıkmış olmasının
altında yatan nedenleri de bu tarihsel etkenlerin yanı sıra, çağdaş değerlerin Türk toplumuna ilk kez genç subaylar ve
askeri okul öğrencileri arasında yaygınlaşmaya başlamış olduğu gerçeğinde aramak gerekir.

Anahtar Sözcükler: Atatürk, Atatürk Devrimleri, Modernleşme, Türk Modernleşmesi, Türk Ordusu,

ABSTRACT

The major objective of this study is to analyse the roots of Turkish modernisation. İn relation to this, the roles of the
Turkish army in this process are examined. To achieve the aim, historical perspectives are used.

The modernisation process in Turkey began in the Ottoman Empire. Nevertheless, this process reached its real and
certain meaning with the Atatürk reforms. The face of Turkey was turned completely to the west by Atatürk. Turkish
modernisation was shaped by the Kemalist Revolution. Atatürk defined the form and the way which should be
followed by the Turkish people to become a more civilised and westernised society.

The central institution in the process of Turkish modernisation was the army. After the abolition of the Janissary in
1826, the military became one of the most Westernised elements in the Empire. Liberal ideas first spread among the
military officers and military colleges became the centre of secret political organisations in the mid-nineteenth

Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi

ISSN:1694 - 528X    Sayı: 6    Mayıs - 2005

İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi - Türk Dünyası Kırgız - Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü Celalabat - KIRGIZİSTAN

century. Turkish military elites have always had the aim of representing the new values, behaviour
patterns and life styles since the late Ottoman era.

Key Words: Atatürk, Turkish Revolution, Modernisation, Turkish Modernisation, Turkish Army.

1.GİRİŞ

Ordu, Türk toplumunun en köklü, en güçlü ve en önemli kuramlarından bir tanesidir. Bu durumla
yakıdan ilişkili olarak askeri elitler de, Türk iktidar yapısı içindeki en dominant elit gruplarından bir
tanesini oluşturur. Ordu ve askeri elitler Cumhuriyet Türkiye’sinde, vatan savunmasında olduğu
kadar, ülkenin modernleşmesinde ve kalkınmasında da hayati derecede önemli roller üstlene gelmişlerdir. Bu
durumun doğal sonucu olarak ordu ile halk arasında çok köklü ve sağlam temele dayanan bir ilişki kurulmuş,
ordu ve askeri elitler halkın gözünde oldukça saygın bir yer edinmiştir. Türk ordusu, Türk halkı tarafından
daima toplumun en onurlu, en güvenilir ve görevini en iyi yapan kurumu olarak nitelendirilmiştir. Bu
değerlendirme günümüzde de geçerliliğini korumaktadır (Kasım Cindemir, Hürriyet Gazetesi, 5 Temmuz 1999;

US News and World Reports, Temmuz 1999; Janowitz, 1971; ... ).

Bilindiği gibi, Türk toplumunun çağı yakalama arayışları içerisinde ilk modernleşme çabaları askeri
alanda başlamıştır (Arslan, 1993: 49-51). Bu nedenledir ki ordu, Türk modernleşme sürecinin merkezi kurumu
olarak tarihe geçmiştir.. Başlangıçta orduyu modernleştirmek, eğitim, teknoloji ve yapı bakımından Avrupa
orduları benzeri bir ordu yaratmak olarak algılanmıştır. Bu anlayış doğrultusundaki çabaların doğal
sonucu olarak da, batı normları ve değerleri Türk toplumuna ilk kez ordu üzerinden girmiştir. Aslında Osmanlı
yönetici sınıfının bu modernleşme çabalarından asıl maksadı, kendi varlıklarını ve güçlülerini sağlamlaştırıp
sürekli kılmaktı (Şen 1996: 187). Ne var ki bu çabalar beklenenin tam tersi bir sonuç doğurmuş; bir yandan
Osmanlı yönetici elitinin sonunu getirirken, öte yandan da Kemalist Türk Devrimlerinin zeminini hazırlamıştır.

Günümüze bakıldığında ise Türk askeri elitlerinin, ülke savunması ve güvenliğinin yanı sıra, stratejik
politikaların şekillendirilmesinde de önemli roller üstlene geldiği görülür. Yönetim, özellikle de şiddet yönetimi
konusunda çok büyük deneyim ve birikimlere sahip olan askeri elitler, dış politika ve askeri konuların yanı sıra,
sosyal konularda ve uluslararası ekonomik konularda da oldukça duyarlıdırlar. Yaşanan değişim ve gelişime
paralel olarak, askerlerin ekonomik ve toplumsal alanlardaki işlevleri, bir çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de
de, onların askeri görevlerinin ayrılmaz bir parçası haline dönüşmüştür.

Bununla birlikte, Türk Silahlı Kuvvetleri her zaman kendisini partizanca politikaların dışında tutma
çabası içinde olmuştur. Rustow (1959: 549)’un da vurguladığı gibi, “Kemalist hareketin ilk yıllarında başlayan,
askerleri her türlü aktif siyasi görevden uzak tutma geleneği günümüzde de sürüp gitmektedir”

Geleneksel olarak Türk ordusu ve askeri elitler, askerlik dışında da bir çok görevler üstlenmiş, sosyal
ve politik değişim ajanı olarak Türkiye’nin kalkınma süreci içinde bir çok önemli misyonlar yerine
getirmişlerdir. Bütün bunların doğal sonucu olarak da halktan büyük kabul ve destek görmüştür. Bu sayede
üstlendikleri siyasi rolleri, çoğunlukla şiddetli çatışmalara ve büyük kan-dökümüne meydan vermeden
yerine getirmişlerdir (Janowitz 1971: 31). Bu duruma, yakın Türk tarihinden çok sayıda örnek verilebilir.
Özellikle de 1990’lı yılların sonları, bu konuda ilginç gözlemlere sahne olmuştur. Bu dönemde askeri
elitler, Türk siyasi hayatında çok önemli roller oynamış olmalarına rağmen, bütün bunları hiç bir şekilde
şiddete ve klasik darbe tekniklerine baş vurmadan yerine getirmişlerdir. Siyasi güçlerini çok seçkin ve modern
baskı grubu yöntemlerini kullanarak sergilemişlerdir. Toplumdaki demokrasi yanlısı öteki toplumsal güçlerle (iş
dünyası, medya, sendikalar, bilim dünyası ... gibi) etkin bir iş ve güç birliği yaparak, ülkede hakim olan siyasi
iktidarsızlığı ve yükselen toplumsal tansiyonu sona erdirmişlerdir.

Yeri gelmişken üzerinde durulması gereken önemli bir konu da, askerler ve ordu kurumu konusunda
bilimsel araştırma yaparken oldukça hassas davranılması ve büyük titizlik gösterilmesi gerekliliğidir. Bu türden
çalışmalarda, salt akademik etik ilkeleri kendi başına yetersiz kalır. Bu türden bilgiler genellikle
güvenlik, gizlilik, stratejik öneme haiz bilgi, devlet sırrı olma gibi özelliklere sahip olduğu için, akademik etik
ilkelerinin yanı sıra, ulusal çıkarlar ve toplumun genel çıkarları gibi öteki bazı etkenler de göz ardı edilemez.

Askeri konulardaki çalışmaların doğasına ilişkin bu saptamalar, Türkiye açısından daha hayati bir

Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi

ISSN:1694 - 528X    Sayı: 6    Mayıs - 2005

İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi - Türk Dünyası Kırgız - Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü Celalabat - KIRGIZİSTAN

önem taşır: Jeostratejik ve jeopolitik açıdan dünyanın en hassas bölgesinde bulunması; devletin ve ordunun
uzun yıllardan beridir bir çok iç ve dış sorunlarla uğraşıyor olması; bir çok komşusu ile, kökenini tarihin
derinliklerinden alan ciddi sorunlarının bulunması; etnik bir nitelik kazandırılmaya çalışılan PKK terörünün
yanı sıra, son yıllarda hızlı bir tırmanış gösteren radikal İslamcı tehlikeler gibi bir çok faktör de üst üste
eklenince, Türkiye için askeri konuların önemi daha da artmaktadır. Bütün bunlar ise Türkiye’de askeri
konularda materyal toplamayı ya da saha araştırması yapmayı hem ülke çıkarları açısından, hem de araştırmacı
açısından daha riskli hale getirmektedir.

2. MODERNLEŞME VE TÜRK TOPLUMUNUN MODERNLEŞME SÜRECİ

Toplumların özgün gerçekleri ortaya koyarken sloganvari, aşırı genellemelere dayanan kalıp yargılar
yetersiz kalır. Araştırma konusu, Türk ordusu olduğunda bu yetersizlik daha da çarpıcı bir şekilde
kendini gösterir. Modernleşmenin ilk başladığı kurum olma özelliğini ve onurunu elinde tutan
askeriye, çağdaş değerlerin ve Kemalist Devrim’in ürünlerinin en ödünsüz savunucusu olma şerefini de,
günümüz Türkiye’sinin öteki kurumlanna kaptırmıyor görünmektedir.

Bu savları daha bir anlamlı kılabilmek için, konuyu tarihsel bir bakış açısından irdelemek gerekir. Çok
çarpıcı bir gerçektir ki, Osmanlı’nın son dönemlerine doğru yozlaşma ve dejenerasyonun sembolü olarak
algılanmaya başlanan ordu kurumu (özellikle son dönem yeniçeriler), III. Selim ve II. Mahmut dönemlerinden
itibaren toplumda yenilik ve modernleşmenin odağı konumuna gelmiştir. Cumhuriyet devrimini gerçekleştiren
liderler kadrosunun bu kurum içinden çıkmış olması da, yaşanan bu hızlı değişim ve dönüşümün doğal bir
sonucudur. Yalnızca Türk siyasi elitlerinin değil, Türk askeri elitlerinin de en önde gelen ismi, 20. yüzyılın en
büyük devrimcisi ve en önemli lideri Mustafa Kemal Atatürk’ü de bu sürecin bir ürünü olarak nitelemek,
konuya abartılı bir yaklaşım olmasa gerek .

O halde, “nedir bu modernleşme olarak adlandırılan olgu ve Türkiye’de modernleşme süreci nasıl bir
seyir izlemiştir?” sorularına açıklık getirmek gerekir: Modernleşme, ekonomiyi, siyaseti, inanç sistemlerini,
kültürü kısacası toplumun tamamını kapsayan toplumsal bir süreçtir. Modernleşmenin temelini sanayileşme,
rasyonelleşme, laikleşme ve bürokratikleşme oluşturur. Jary’nin de değindiği gibi (Jary & Jary, 1991:405),
modernleşme ilk kez, Avrupa’da, Rönesans ve Reformasyon Çağı’nda başladı. Avrupalının modernleşme
deneyimi keşif ve icat niteliğindedir.

Çalışma, siyaset sosyolojisi alanında olduğu için, burada özellikle “siyasi modernizasyon” üzerinde
durulacak. Siyasi modernleşme süreci, ekonomik modernleşmeden de büyük ölçüde etkilenen bir süreçtir.
Geleneksel siyasi yapılardan ve organizasyonlardan (siyasi partiler ve devlet yapıları da dahil), bunların modern
formlarına doğru bir değişimi içerir. (Jary & Jary, 1991: 477).

İster genel anlamıyla modernleşme, isterse de siyasi modernizasyon açık uçlu süreçlerdir. Huntington'ın
(1968: 328) da vurguladığı gibi, siyasi değişme ve gelişme asla sonu olmayan bir süreçtir. Çünkü hiç bir siyasi
sistem, karşı karşıya kaldığı sorunları hiç bir zaman tamamen çözememiştir ve hiç bir zaman da tamamen
çözemeyecektir. Bununla birlikte siyasi anlamda modern toplumların en temel özelliklerini rasyonelleşmiş otorite,
farklılaşmış toplumsal yapı ve halk katılımı oluşturur. Modernleşme sürecini yaşayan hemen her toplum, şu temel
siyasi sorunlarla mücadele etmek zorunda kalmıştır:

1.    Otoritenin ve kamu hizmetlerinin gelişmesi,

2.    Ulusal kimlik ve birlik arayışı,

3.    Siyasi eşitlik ve siyasi katılma ihtiyacı ve talebi. (Rustow, in Karpat, 1973: 113).

Yirminci yüzyılın en büyük devrimcisi, Ulu Önder Atatürk de, Türkiye’de gerçek anlamda ilk
modernleşme sürecine girişirken, işe otoriteden başladı. Toplum genelinde bir düzen ve Otorite sağlandıktan
sonra, çabalar ulusal kimlik arayışı sorunu üzerinde yoğunlaştırıldı. Bu konular belirli ölçülerde de olsa bir
çözüme kavuşturulduktan sonra da, siyasi eşitlik sorununun çözümlenmesine yönelik çabalara hız verildi.

Bu anlamda, Türk modernleşmesinde ilk adımların atıldığı dönemlere ve sonrasına, tarihsel bir
bakış açısıyla göz atmak yararlı olacaktır.

Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi

ISSN:1694 - 528X    Sayı: 6    Mayıs - 2005

İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi - Türk Dünyası Kırgız - Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü Celalabat - KIRGIZİSTAN

3. CUMHURİYET ÖNCESİ DÖNEM

Önde gelen Türk tarihçilerinden Halil İnalcık, Osmanlı imparatorluğunu 6 döneme ayırarak inceler.

(Karpat, 1973: 28-28):

1.    Kuruluş dönemi (1300-1402),

2.    Birlik ve yeniden yapılanma (1402-1481),

3.    Evrensel boyutlarda bir imparatorluk haline gelme (1481-1671),

4.    Krizler ve çatışmalar dönemi (1581-1699),

5.    Yenilgi ve Avrupa’nın üstünlüğünü kabulleniş (1699-1826),

6.    Yeniçeriliğin kaldırılması ve Abdülhamid’in tahttan indirilmesi (1826-1906).

Daha önce de vurgulandığı gibi, Türk modernleşmesinin ilk izlerini Osmanlı İmparatorluğu’nun son
dönemlerinde aramak gerekir. Türkiye’de modernleşme süreci ilk olarak askeri alanda, lll. Selim ve ll. Mahmut
dönemlerinde başladı. Kurduğu Avrupa tarzı askeri birim ve sergilediği yenileşme çabaları, gelenekçi kesimden
koyu bir direnişi, akabinde de lll. Selim’in hem saltanatının, hem de hayatının sonunu getirdi. Fakat bütün bunlar,
yenilikçi padişah II. Mahmut’u (1803-1839) yıldırmadı. Sultan Mahmut, yeni askeri birimin de yardımıyla, iyice
dejenere olmuş-tarihsel misyonunu çoktan doldurmuş olan Yeniçeriliği kaldırdı. On dokuzuncu yüzyılın başlarında,
yenilik ve gelişme karşıtı bir güç haline gelmiş Yeniçerilerin yerine, yeni ve o dönemin koşullarında çok daha
modern bir askeri yapılanma olan "Assakir-i Mansure-i Muhammediye" isimli askeri birimi kurdu.

Takip eden yıllarda, askeri yenilikleri siyasi ve toplumsal reformlar izledi: Sultan Mahmut, Alemdar
Mustafa Paşa ile birlikte "Sened-i İttifak " ı hazırlatarak, Ayan’ı da toplum ve siyaset hayatında etkili ve belirli
lçüde yetkili kıldı. Bu durum, siyasi iktidarın toplumda öteki kesimlerle paylaşımı konusunda atılmış oldukça
önemli bir adımdır.

Yeniçerilerin kaldırılmasının ardından, İmparatorluğun siyasi ve ekonomik yapısını daha modern hale
getirme amacına yönelik çabalar başladı (Onulduran, 1974: 30). Rustow’un da belirttiği gibi, askeri alandaki
reformlar, toplumsal ve kültürel alana da yayılmaya; savunmacı modernleşme, bütüncül modernleşme şeklini
almaya başladı (Karpat, 1973). Sultan Mahmut, hükümet bünyesinde, Avrupa tarzı eğitim ve düşünceye sahip yeni
bir bürokrasi ve bürokratik sınıf yaratmak için büyük çabalar harcadı. Bu çabalar boşa gitmedi: Bütün bu çabaların
ürünü olarak ortaya çıkan yeni elit grubunun da baskıları sonucunda, Sultan Abdulmecid döneminde Tanzimat
Fermanı (Gülhane Hattı Hümayunu) yayınlandı. Söz konusu ferman bir memur, bir diplomat, aynı zamanda da Dış
İşleri Bakanı olan Mustafa Reşit Paşa tarafından şekillendirildi.

Bu fermanla Müslüman olsun, gayri Müslim olsun her vatandaş yasalar önünde eşit hale
geliyordu. Yargılamalar, halka açık olarak gerçekleştirilecekti. Yeni yasaların hazırlanmasında daha etkin
olunabilmesi için, Meclis-i Vala-yi Ahkam-i Adliye kurumunun üyelerinin sayısı arttırılıyordu. Bu meclisin üyeleri
Fermanın genel ilkelerinin, yasal bir düzenleme haline getirmekle görevlendirildiler (Onulduran, 1974:31). Söz
konusu meclis, parlamento benzeri bir yapıya sahip olup, yürürlüğe konulacak yasaların tartışıldığı bir danışma
kurulu niteliğinde idi. 1856 yılında, ikinci bir ferman (Islahat Fermanı) yayınlandı. Bu fermanda ise, bütün dini
grupların eşit olduğu ilan edilip, imparatorluk içinde din ve ırk ayrımı yasaklandı.

Modernleşme sürecinin bir parçası olarak, Islahat Fermanı’nı takip eden yıllarda, batı tarzı askeri, tıbbi ve
yönetsel akademiler açılmaya başladı. Tanzimat döneminde toplum hayatına etkin bir şekilde girmeye başlamış
olan, Avrupa tarzı eğitim sisteminin bir ürünü olarak, toplumda yeni bir elit grubu ortaya çıktı. Genç Türkler ya da
“Jön Türkler” olarak da adlandırılan bu yeni yönetici elit grubu, Klasik Osmanlı yönetici sınıfından tamamen
farklıydı. Bu elit grubu, yalnızca Avrupai bir eğitime ve giyim kuşama sahip olmakla kalmıyordu. Bunun yanı sıra,
düşünce ve yaşam tarzı bakımından da Avrupalı bir kimliğe sahiplerdi.

Tanzimat dönemini müteakiben, monarşik sisteme geçiş çabaları hız kazandı. Anayasal monarşiye geçişin
ilk denemesi 23 Aralık 1876’da gerçekleşti. Bu dönem, l. Meşrutiyet Dönemi olarak da bilinir. İlk anayasa
(1876 Anayasası), 1831 Belçika Anayasası model alınarak. Mithat Paşa tarafından hazırlandı. Bu anayasa, bir
taraftan Sultanın hükümranlık haklarını tanımlarken, öte yandan da bireylerin en temel haklarından söz ediyordu. Ne
yazık ki, bu dönem çok uzun sürmedi: ve ll. Abdülhamid tarafından, 1878 yılında, çeşitli bahanelerle, son verildi.
Abdülhamid önce anayasayı rafa kaldırdı, sonra da parlamentoyu dağıttı. Bütün bu olup bitenler Osmanlı toplum
ve siyaset hayatında, 1908 yılına kadar sürecek olan, aşırı otoriter ve baskıcı bir dönemin habercisi anlamına

Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi

ISSN:1694 - 528X    Sayı: 6    Mayıs - 2005

İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi - Türk Dünyası Kırgız - Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü Celalabat - KIRGIZİSTAN
geliyordu.

Abdülhamid’in baskıcı yönetimi, diyalektik bir şekilde, diktacı yönetim karşıtı oluşumları da beraberinde
getirdi. İmparatorluk sınırları içinde, Abdülhamid ve O’nun yönetim anlayışına karşı çıkan bir çok gizli, devrimci
örgüt kuruldu. Bunların içinde en etkili ve başarılı olanının, Genç Türklerin kurmuş olduğu İttihat ve Terakki
Cemiyeti olduğu da bilinen bir gerektir. Bu cemiyet gücünü, özellikle genç askerler ve askeri okul öğrencilerden
alıyordu.

Abdülhamid’in baskıcı yönetimine karşı ilk eylem Manastır’da başladı. 1908 yılının Temmuz ayında
başlayan bu başkaldırı eylemi, Besneli Niyazi tarafından organize edilmiştir. Abdülhamid, bu devrimci hareketleri
bastırmada başarılı olamadı ve sonuçta, 1908 yılında, ll. Meşrutiyet’i ilan etmek zorunda kaldı. İkinci Anayasal
Hükümet 23 Temmuz 1908 yılında kuruldu. Bu, Türkiye’nin siyasi hayatında oldukça önemli gelişmelerin
yaşanacağı yeni bir dönemin başlangıcı oldu. 1908-1918 yılları arasını kapsayan İkinci Meşrutiyet Dönemi’nde,
dört parlamento görev yaptı. Türk siyasi elitleri arasında oldukça önemli bir kan değişiminin de gerçekleşmiş
olması nedeniyle, Turhan’ın (1991) da vurguladığı gibi, bu dönemin Türk siyasi hayatında ayrı bir yeri ve önemi
vardır. Bu dönemle birlikte, bir çok askeri ve sivil devlet görevlisi, bürokratlar ve çeşitli profesyonel meslek
gruplarından bireyler, tarihte ilk kez Türk siyasi elitleri arasında yer almış ve Türk siyasi hayatında etkili olmaya
başlamıştır.

4. TÜRK ÖZGÜRLÜK SAVAŞIMI

Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde, Büyük Önder Mustafa kemal Atatürk’ün liderliğinde bir avuç Anadolu
insanının, emperyalist batılı güçlere karşı verdiği varoluş ve özgürlük savaşımı, insanlık tarihinin tanık olduğu en
anlamlı ve ender mücadelelerden bir tanesidir. Rustow’un da belirttiği gibi (Karpat, 1973:109), Anadolu
Kurtuluş Savaşı, liderleri askeri kökenli olmasına rağmen, gerçek anlamıyla sivil bir halk kurtuluş
hareketidir. Milli Mücadele’nin daha ilk yıllarından itibaren, bütün kararlar, halk iradesinin tecelli ettiği mekân
olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, uzun tartışmalar sonucunda alınıyordu.

1919 yılında, İzmir’in Yunanlar tarafından işgal edilmesi, yurdunun dört bir yanı öteki batılı
güçler tarafından işgal edilmiş bulunan Anadolu insanı için, bardağı taşıran son damla oldu. Türk insanı için,
topyekün bir varoluş, ancak özgür bir ulus olarak varoluş, mücadelesinin yer yer parlamaya başlamış olan
kıvılcımları bir alev topuna dönüşmeye başladı. Kurtuluş mücadelesi yılarında ve sonrasında eşine az rastlanır bir
liderlik örneği sergileyecek olan genç Türk subayı Mustafa Kemal, Yunan işgalinden bir kaç gün sonra,
Anadolu’ya gitmek üzere İstanbul’dan Samsun’a hareket etti. Amaç, Anadolu’nun dört bir yanında başlamış olan
halk direniş hareketlerini organize edip, topyekün bir kurtuluş savaşımını başlatmaktı. Bu dönemde, İç Anadolu’da
küçük bir bölge dışına bütün Türkiye, işgal kuvvetlerinin kanlı çizmelerinin altında inim inim inliyordu. Düşman
işgaline karşı kullanılacak düzenli bir ordunun ve güçlü silahların adı bile yoktu. Karşımızda ise, devrin en güçlü ve
en iyi donanımlı orduları.

Bütün bu olumsuzluklar ve kötü koşullar altında Anadolu insanı yılmadı: Anadolu’yu gözden çıkarmış,
hatta düşmanın neredeyse emir erliğini üstlenmiş durumda bulunan ve kendine bile hayrı olmayan İstanbul
hükümetinden, Türk Ulusu’na fayda değil zarar geleceğini anlayan Türk insanı, kendi geleceğine kendisi sahip
çıkmaya karar verdi: 19 Mayıs 1919’da Anadolu topraklarına Samsun’da ayak basan Mustafa Kemal, Samsun’dan
Havza’ya ve daha sonra Amasya’ya geçti. Ardından Tokat üzerinden Sivas’a geçen Büyük Kurtarıcının bir sonraki
durağı Erzurum oldu.

23 Temmuz-7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum Kongresi toplandı. Kongrede Anadolu insanı
“kurtuluş yemini” edip “özgürlük andı” içti. Yayımlanan “Kurtuluş Bildirgesi’nde” de yer aldığı gibi ulusal
kurtuluş ve bağımsızlık mücadelesinin niteliği ve temel ilkeleri belirlendi: “Ülkesi ve insanı ile Türk vatanı
bölünmez bir bütündür; manda ve yabancı egemenliği kabul edilemez; tek ve geçerli güç halkın iradesidir.”

Bu ilkeler, aynı zamanda kurulacak yeni devletin temeli ile ilgili olarak da açık ipuçları veriyordu. Erzurum
Kongresi’nin ardından, 4-11 Eylül tarihleri arasında ikinci halk kongresi Sivas’ta toplandı.

Mustafa Kemal, özgürlük mücadelesi veren küçük halk gruplarını organize etti ve kısa sürede düzenli bir
halk kurtuluş ordusu oluşturdu. Ardından da, büyük bir karşı taarruz başladı. Bütün yokluklara rağmen, Mustafa
Kemal’in komutasındaki Türk ordusu, bir ulusun tarihi açısından kısa sayılabilecek bir sürede, işgalci düşman

Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi

ISSN:1694 - 528X    Sayı: 6    Mayıs - 2005

İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi - Türk Dünyası Kırgız - Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü Celalabat - KIRGIZİSTAN

kuvvetlerini Misak-i Milli sınırlarının dışına attı.. Bu görkemli zaferlerin ardından, 24 Temmuz 1923’te Lozan
Barış Antlaşması imzalandı. Bu bir ulusu derinden yaralayan utanç verici Sevr’in bir rövanşı niteliğinde idi.
Lozan’la birlikte, genç Türkiye’nin bağımsızlığı ve bölünmez bütünlüğü, bütün dünya güçleri tarafından kabul
edilmiş oldu.

Mustafa Kemal, Türk devrimlerinin ilk ayağını, yani Türk Ulusu’nun ulusal bağımsızlığını koruma
safhasını (1919-1922) başarıyla tamamlamıştı. Sırada, Atatürk Devrimleri’nin belki de en önemli aşaması vardı:
Yakılıp yıkılıp harabeye döndürülmüş bir ülkeden ve yok oluşunun kendi elleriyle imzalamış bir imparatorluğun
kalıntıları arasından; yepyeni bir ülke, yepyeni bir devlet ve çağdaş bir ulus yaratmak: Tam anlamıyla modern,
demokratik, laik ve halk egemenliğine dayalı bir ulus devleti olan çağdaş bir Türkiye yaratmaktı. Ulu Önder,
1920’li yıllardan 1938 yılına kadar ki süreç içinde, bütün enerji ve çabalarını bu amaç üzerinde yoğunlaştırdı.

5. ATATÜRK DEVRİMLERİ

Mustafa Kemal tarafından, Anadolu’da, 1919-1923 yılları arasında, laiklik ve demokrasi temeli üzerine
inşa edilmiş yeni ve ulusal Türk devletini kurdu (Dunn, 1972:192). Sırada devletin adını koymak, yani
Cumhuriyet’in ilanı ve anayasanın hazırlanıp yürürlüğe konması vardı: Bir ülke ki, yüzyıllar boyunca,
Tanrının yeryüzündeki gölgesi olarak kabul edilen padişahlar tarafından yönetilmiş olsun. Bir lider düşünün
ki, yüzyıllardan beridir sürüp giden ve toplumun ta derinliklerine kök salmış, toplum hayatının ayrılmaz bir
parçası haline gelmiş olan koyu bir siyasi taassubiyete ve gelenekselciliğe karşı savaş açmış olsun.
Mustafa Kemal’in mücadelesi işte böylesi bir mücadeledir. O, bütün bu zorlukların üstesinden gelip, önüne
çıkacak çetin engelleri aşabilecek hem cesarete ve güce hem de karizmaya sahipti. 29 Ekim 1923’te son
noktayı koydu: “Türk devleti bir Cumhuriyettir.”

Çağdaş bir ulus devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin gelişmesinin önünde bulunan engelleri de bir bir
temizledi: Önce Halifelik ile Saltanat’ı, yani dini liderlikle siyasi liderliği birbirinde ayırdı. Ardından, önce
Saltanat’ı kaldırdı, sonra da Hilafet’i. Bütün bunları, şeriat yasalarının uygulamadan kaldırılması ve dini
mahkemelerin kapatılması izledi. Şeriat olarak adlandırılan ve Kur’an temel alınarak hazırlandığı öne sürülen
din temeline dayalı yasaların yerine, insanlığın ortak kazanımlarından hareketle çağdaş yasalar hazırlandı:

Yeni yasal sistem, Roma Hukuku’nun esasları üzerine inşa edildi. 1926 yılında yürürlüğe konulan “Türk
Medeni Kanunu (Türk Yurttaşlar Yasası)”, İsviçre Yurttaşlar Yasası’ndan esinlenerek hazırlandı. Ceza
Yasası ise, İtalyan Ceza Kanunu model alınarak geliştirildi.

Toplumsal ve kültürel açıdan büyük önem taşıyan bir başka çok önemli ve ileri görüşlü yenilik, “Harf
Devrimi’dif’. Hem okunması, hem de yazılması çok zor olan, uzun yıllar içinde bile tam anlamıyla öğrenilip
kullanılması neredeyse imkânsız olan, bu nedenle de bir ulusu yüz yıllar boyunca cehalete ve bilgisizliğe mahkûm
etmiş olan Arap alfabesinin yerine; 1928 yılında, bir kaç ay içinde kolaylıkla okuyup yazılabilen, Türk dilinin
fonetik ve linguistik yapısına da son derece uygun olan, Latin harflerinden oluşmuş yeni Türk Alfabesi kabul edildi.

Türk kadınının toplumsal statüsüne ilişkin yapılan düzenlemeler ise ayrı bir anlam ve öneme sahiptir.
Gerçek Türk kültüründe, toplum için hayati önem taşıyan kadın, Arap kültürünün de olumsuz etkisiyle, toplumda
geri plana itilmişti. Oysa bu durum, “kadının sefaletiyle toplumun sefaletini” aynı kabul eden Türk töresine ve
Türk toplum anlayışına tamamen aykırı idi. Böylesi ilkel bir ayırım, çağdaş yaşamın gerekleri ile de
bağdaşmıyordu. Kadını metalaştıran, onu cinsellik kalıplarına hapseden bu çağdışı anlayışın, çağı ile yarışa çıkmış
bir toplumda yeri olamazdı ve bu durum sürüp gidemezdi. Nitekim öyle de oldu: Atatürk, Türk kadınına, toplum
hayatında erkeği ile birlikte, yasal açıdan tam anlamıyla eşit haklar tanıdı. Bu haklar, toplum hayatının bir
bölümünü değil, siyasi hayat da dahil tamamını kapsıyordu. Bu durum, çağını da aşan bir gelişme idi. Çünkü, Türk
kadını, bir çok batı Avrupa kadınından çok daha önce, seçme ve seçilme hakkına sahip oldu. Toplumun her
hayatında olduğu gibi, siyasi hayatta da etkin roller üstlenmeye başladı.

Yapılanlar bununla da sınırlı kalmadı. Giyim-kuşamdan ölçü-tartıya kadar hemen her alanda toplumsal
reformlar birbirlerini izledi. Gerçek anlamda ilk modern siyasi parti, yani Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) kuruldu.
“Devletin dini İslam’dır” ibaresi Anayasadan çıkartıldı (Frey, 1965 : 40-42). Fes yasaklandı ve dini kıyafetlerin
giyimi bir kurala bağlandı (böylesi kıyafetlerin, dini binaların dışında giyilmesi yasaklandı). Tarikatlar, tekkeler ve
medreseler kaldırıldı. Güneş temeline dayalı Batı Takvimi ve zaman ölçü birimlerinin kullanılması benimsendi.
Ulusal bir demiryolu ağı oluşturma çabaları ağırlık kazandı. Ulusal ve laik bir eğitim sistemi oluşturma çabalarına
bütün hız verildi. Üniversiter yüksek öğretim sistemine geçildi. Bütün bu olağanüstü hizmetlerinin sonucunda,

Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi

ISSN:1694 - 528X    Sayı: 6    Mayıs - 2005

İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi - Türk Dünyası Kırgız - Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü Celalabat - KIRGIZİSTAN

kadirşinas Türk ulusu Mustafa Kemal’e, “bütün Türklerin babası” anlamına gelen Atatürk soyadını verdi.

Attığı her adımı bir sosyolog, bir toplum mühendisi titizliği ile gerçekleştiren Atatürk, Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’ni kurarak, Dankwart Rustow’un da belirttiği gibi, bir imparatorluktan ulusal bir devlete
geçişin dünya uluslar tarihindeki en başarılı örneklerinden bir tanesini sergiledi. Mustafa Kemal belki de, giriştiği
her mücadeleyi başarıyla sonlandırmış muzaffer bir kumandan, devlet kurucu bir siyasi lider, ulusal düzeyde bir
eğitim sistemi hazırlayıp başarıyla uygulamaya koyan usta bir eğitimci ... gibi daha bir çok sıfatı bir arada taşıyan,
insanlık tarihindeki ender şahsiyetlerden bir tanesidir (Rustow, in Karpat, 1973: 10).

Atatürk Devrimleri yeni, modern ve eğitimli bir elit grubunun doğmasına da zemin hazırladı. Bu elit
grubunun Türk siyasi hayatında, aktif roller almaya başlamasıyla da, Türk siyasi hayatı hızlı bir modernleşme
süreci içine girdi. Frey’in de belirttiği gibi sıra, belki de çok daha zor bir sürece, uzun yıllar ihmal edilmiş geniş
halk kitlelerini eğitip bilinçlendirmek ve onların aktif siyasete katılımını sağlamaya gelmişti.

6.    TEK PARTİ DÖNEMİ (1923-1946)

Komünizm ve Faşizmden başka tek partiye dayalı bir siyasi sistemin olmadığına dair oldukça yaygın
fakat bir o kadar da yanlış bir düşünce vardır. Duverger’ın da belirttiği gibi, böylesi bir düşünce gerçeği
yansıtmaktan uzaktır. Komünizm ve faşizm dışında da, hem fikir hem de organizasyon olarak totaliter bir
yapıda olmayan bazı siyasi sistemler de vardır. Böylesi sistemlere en iyi örnek olarak, 1923-1946 yılları
Türkiye’sinin tek parti rejimi ve bütün gücünü Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden ve Türk Anayasası’ndan alan
Cumhuriyet Halk Partisi verilebilir (Duverger, 1964: 276).

Türk tek parti rejiminde iktidardaki parti, asla siyasi ve toplumsal gücü, tekelinde bulundurmak gibi bir
çaba içinde olmamıştır. Hele “sınıfsız toplum” yaratma sevdalısı hiç olmamıştır. Duverger’ın da belirttiği gibi, tek
parti olmaktan hiç bir şekilde hoşnut olmamıştır (Duverger, 1964: 277). Bu nedenle, ne Hitler’in Almanya’sı ve ne
de Mussolini’nin İtalya’sı ile Türk tek parti yönetimi arasında, hiç bir benzerlik kurulamaz. Türk tek partisi
dışında, bunlardan hiç birisi kendi içinde kendi rakibini besleyip, bunun özgürce gelişmesine olanak vermemiştir.

Oysa Türk tek partili sisteminde, Türk parlamentosu çatısı altında ta başından beri (23 Nisan 1920’den itibaren),
farklı ya da karşıt görüşler tolerans ve hoşgörü ile karşılanmıştır: “İkinci Grup” bunlardan bir tanesidir.

Bununla birlikte, gerçek anlamda ilk muhalif siyasi parti 17 Kasım 1924’te kuruldu: Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası’nın kurucuları, iki eski komutan ve Atatürk’ün silah arkadaşı olan Kazım Karabekir ve Ali
Fuat Cebesoy’dur. Bu partinin kısa süre içinde, adından farklı bir görünüm sergiler hale gelmesi, yani
Cumhuriyetçilik ve ilericilikle uzak yakın bir ilişkilerinin olmaması, bu partinin sonunu hazırladı. Şeriat yanlısı
dini fanatiklerin sergilediği, devrim ve demokrasi karşıtı bir başkaldırı niteliğindeki Şeyh Sait İsyanı ile organik
ilişkilerinin belirlenmesi sonucunda bu parti, 5 Haziran 1925 ’te alınan bir bakanlar kurulu kararı ile kapatıldı.

Çok partili siyasi hayata geçiş konusunda ikinci deneme, 1930 yılında gerçekleşti: Atatürk’ün öneri ve
teşvikiyle Fethi Okyar, Cumhuriyetçi Liberal Parti’yi kurdu. Dinci fanatikler kısa sürede bu partiye de sızıp, laik
devlet karşıtı kampanyalara başladılar. Bütün bunların sonucunda Liberal Parti, partinin kurucusu ve başkanı
konumundaki Fethi Okyar tarafından, 17 Aralık 1930’da kapatıldı. Bu dönemden sonra da muhalif siyasi görüşler
“İkinci Gurup” adı altında varlıklarını sürdürdüler: Ta ki, 1946 yılında gerçek çok partili siyasi hayat başlayana
kadar.

Türkiye’de çok partili yaşama geçiş konusundaki son deneme, 1945 yılında hayata geçirildi. Bu tarihte,
Demokrat Parti’nin kurulması ve 1946 yılında yapılan genel seçimlerde (şaibeli de olsa) meclis çatısı altında,
muhalif milletvekillerin ilk kez bir siyasi parti içinde varlık göstermeye başlamasıyla, Türkiye’de gerçek çok partili
siyasi hayat başlamış oldu. Duverger’ın da vurguladığı gibi (1964: 280), hiç bir baskı ve zorlama olmaksızın
tek partili rejimden çoğulcu bir siyasi rejime geçiş, dünya siyasi tarihinde eşine ender rastlanır bir olaydır. Bu
durum, Türklerin dünya demokrasi tarihine altın harflerle attığı bir imzadır.

7.    ÇOK PARTİLİ DÖNEM (1946’DAN GÜNÜMÜZE)

Türkiye’de, 1945-1950 yılları arasında bir çok siyasi parti kurulmuş olmasına rağmen, kalıcı başarıyı
Menderes, Bayar, Köprülü ve Koraltan’ın partisi Demokrat Parti sağladı. Teziç’in de belirttiği gibi (1975: 253), bu

Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi

ISSN:1694 - 528X    Sayı: 6    Mayıs - 2005

İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi - Türk Dünyası Kırgız - Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü Celalabat - KIRGIZİSTAN

dönemde kurulan ilk siyasi parti Nuri Demirbaş, Hüseyin Avni Ulaş ve Cevat Rıfat Atılhan’ın, 18 Temmuz
1945’te kurmuş olduğu, dinci muhafazakâr parti kimliğine sahip Milli Kalkınma Partisi’dir. Demokrasi oyununu,
kurallara uygun oynamamakta ısrar eden bu parti, Türk siyasi hayatında varlık gösteremedi. Türk siyasi hayatındaki
çok partili dönemi, şu alt başlıklar altında incelenebilir.

7.1. 1946-1960 DÖNEMİ

Demokrat Parti, Cumhuriyet Halk Partisi milletvekillerinden Adnan Menderes, Celal Bayar, Fuat Köprülü
ve Refik Koraltan tarafından 7 Ocak 1946’de kuruldu. Kısa sürede hızlı bir gelişme gösteren DP, 1946
genel seçimlerinde, 46 milletvekilliği kazanarak parlamentoya girdi. Sekizinci dönem parlamentosu (1946), gerçek
bir çok partili meclis kimliğine sahipti. Bununla birlikte Türkiye’de, gerçek anlamda tamamıyla özgür ve rekabete
açık genel seçimler 1950 yılında gerçekleştirildi. Bu nedenle 1946-1950 dönemi, “çok partili rejime geçiş
dönemi” olarak da adlandırılabilir.

1950 genel seçimlerinde yüzde 53.3’lük bir oy oranına ulaşan Demokrat Parti, meclisteki sandalyelerin
yüzde 83.57’sine sahip oldu. Buna karşın, seçimlerde yüzde 39.78 oy alan CHP ise parlamento aritmetiği içinde
ancak yüzde 14.40’lık bir orana ulaşabildi. Müteakip yıllarda izlenen popülist ve enflasyonist ekonomi
politikalarına, iyi giden hava koşulları, yabancı sermaye girişi ve borçlanma politikası da eklenince, toplum
hayatında gözle görülür bir sosyo-ekonomik canlanma ortaya çıktı. Bütün bunlar 1954 seçimlerinde Demokrat
Parti’ye, 1950 seçimlerinden daha görkemli bir seçim zaferi getirdi: DP’nin 503 milletvekiline karşın CHP,
yüzde 34’lük bir oy elde etmiş olmasına rağmen ancak 31 milletvekili çıkartabildi

Fakat DP’nin bu balayı dönemi çok uzun sürmedi. Sosyal-ekonomik göstergelerde yaşanmaya başlayan
olumsuzluklar, ülkedeki siyaset rüzgârlarını da ters yönde estirmeye başlayacaktı. 1950’li yılların ilk yarısında
hissedilen geçici sosyal-ekonomik rahatlama, bu yılların ikinci yarısından itibaren saman alevi misali sönmeye
başladı. Her şeye rağmen Menderes’in partisi 1957 seçimlerini yine de kazanmayı bildi. Fakat oldukça büyük bir
oy kaybıyla: DP’nin yüzde 47.3’lük oy oranına karşın, CHP yüzde 40.6’lık bir oy oranı sağladı. Denilebilir ki,
“Adnan Menderes'in takındığı despotik ve asabi tavır ve izlediği baskıcı politikalar, kendisinin ve partisinin sonunu
getirecekti”. Özbudun’un da belirttiği gibi (Kırçak, 1993: 95), demokrasiden ve Kemalist ilkelerden sapmalar, parti
yandaşlarına sağlanan ayrıcalıklar ve yapılan öteki hatalar, genç vatanseverlere ve Kemalist askerlere 27 Mayıs
1960 darbesi için bir davetiye çıkarmaktan öte anlam ifade etmiyordu.

7. 2. 1960-1971 DÖNEMİ

27 Mayıs 1960 sabahında Türk halkı uykusundan, radyolardan duyulan ve daha önceleri hiç tanık
olmadıkları bir anonsla uyanıyordu:
"Saygıdeğer vatandaşlar!... Türk silahlı kuvvetleri, ülke yönetimine el
koymuş bulunmaktadır. Siyasi partilerin uzlaşmaz tutumlarının ülkemizi düşürdüğü kabul edilemez durumdan
kurtarmak için, silahlı kuvvetlerimiz bu kararı almıştır....!"
(Ahmad, 1993: 126). Radyodan saat 7:00 sularında
yankılana bu ses, güne olağandışı bir başlangıç anlamına geliyordu. Bütün bunlar aynı zamanda, Türkiye’nin
siyasi ve toplumsal hayatında, oldukça farklı bir süreci de beraberinde getiriyordu.

Askerler kısa süre içinde ülkede düzeni ve huzur ortamını yeniden tesis ettiler. Milli Birlik Komitesi,
profesörler komisyonuna yeni bir anayasa hazırlattı. 1961 Anayasası olarak da bilinen bu anayasa, Türk tarihinin
gelmiş geçmiş en sivil nitelikli ve en radikal anayasasıdır. 1961 Anayasası’nın yürürlükte olduğu dönemlerde Türk
toplumu sivil hakları ve özgürlükleri, tarihinde ilk ve de son kez, en ileri düzeyde yaşadı (Ahmad, 1993: 136).
Öncesine göre, bireyler daha ileri derecede sivil haklara sahip oldu. Üniversiteler daha özerk ve bağımsız bir
yapıya, öğrenciler daha özgürlükçü ve katılımcı bir ortamda eğitim görme olanaklarına kavuştular. İşçilere,
örgütlenme haklarını en etkin şekilde kullanma ve grev hakkı tanındı. İdeolojik örgütlenmeye ve siyasete izin
verilmesiyle, bu doğrultuda politikalar yapan siyasi partiler kuruldu ve hızla geliştiler.

Kapatılan Demokrat Parti’nin mirasçıları olarak, 1961 yılında iki yeni siyasi parti kuruldu: Yeni Türkiye
Partisi ve Adalet Partisi. Yeni seçim yasasının uygulandığı, 1960 İhtilali’ni izleyen ilk genel seçimlerde CHP ve
AP, Türk siyasi hayatındaki en güçlü iki parti konumuna ulaştı. Cumhuriyet Halk Partisi ve Adalet Partisi, ülkedeki
en büyük partiler olma niteliklerini 1960’lı yıllar boyunca korudular. Ülkenin koalisyon hükümetleri ile tanıştığı
1960’lı yıllar, koalisyon hükümetleri dönemi olarak da adlandırılabilir.

Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi

ISSN:1694 - 528X    Sayı: 6    Mayıs - 2005

İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi - Türk Dünyası Kırgız - Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü Celalabat - KIRGIZİSTAN

Bütün bunların yanı sıra ekonomideki yüksek enflasyon, toplum hayatında hızla artan siyasi tansiyon,
yaşanan hızlı toplumsal ve siyasi değişim, bu hızlı değişime ayak uydurmada yaşanan uyum sorunları, oldukça
önemli boyutlara ulaşan işsizlik oranları ... gibi olumsuz toplumsal-ekonomik ve siyasi göstergeler üst üste
eklenince, ülke yeniden kaos ve karmaşa ortamına sürüklendi. Radikal İslamcı Milli Nizam Partisi’nin saldırgan
politikalar izleyip, Atatürk ve Kemalizm’i açıkça reddeden bir siyasi tutum içerisine girmesi, ülkede zaten yüksek
olan gerilimi daha da arttırdı (Ahmad, 1993: 147). Bütün bu nedenlerin sonucunda generaller, 12 Mart 1971’de,
Cumhurbaşkanı’na ve her iki meclisin de başkanlarına yönelik olarak bir memorandum yayınladılar. Bu muhtıra
da acilen, anayasada öngörülen reformları hayata geçirebilecek kredibilitesi yüksek ve güçlü bir hükümetin
kurulması isteniyordu.

7.3. 1971-1980 DÖNEMİ

Askeri elitlerin verdiği bu muhtırayı müteakiben Demirel istifa etti. Ardından “eski solcu, yeni sağcı”
olarak da adlandırılan Nihat Erim hükümeti kurdu. 1961 Anayasası Türkiye için bir lüks olarak geren karar
mekanizması, sivil haklara ve özgürlüklere yönelik etkin bir kampanya başlattı. Bu “bol gelen elbiseyi
daraltma” yolundaki çalışmalar, toplumsal yaşamın neredeyse tamamını kapsayan bir tasfiye hareketine dönüştü.
Başta işçi sendikaları ve üniversiteler olmak üzere medya, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay gibi bütün
üst düzey yargı kurumlan, Parlamento ve Senato, bu budama hareketinden nasibini aldı.

Takip eden dönemde Ecevit'in popülist politikaları ve “birlik-beraberlik” çabaları, ülkede huzur ortamını
ve ateşkesi sağlamaya yetmedi. 1970’li yıllarda siyasi terörizm, toplumda günlük hayatın ayrılmaz bir parçası
haline geldi. Fakat, Ahmad (1993: 163)’ın da vurguladığı gibi, Türkiye’de 1970’li yılların başlarında tanık olunan
terör eylemleri ile 1970’li yılların sonlarında yaşanan terör olayları arasında kökten farklılıklar vardır: İlk
dönemdeki terör eylemleri, ideolojik açıdan sol ağırlıklı iken; ikinci dönem terör eylemlerinde hem sağ hem de sol
ideolojik gruplar aktif yer almışlardır. Yine birinci dönemde eylemler emperyalizme, kapitalizme ve batı etkisine
karşı yapılırken; ikinci dönme terör olayları, sağ ve sol ideolojik grupların birbirleriyle savaşımına dönüşmüş,
toplumda kaos ve huzursuzluk ortamı yaratıp birbirlerinin toplumsal ve siyasi güçlerini kırmak amacına
yönelmiştir. Bütün bunlara artan işsizlik, yükselen enflasyon, eriyen ücretler de eklenince ülke bir ateş çemberi
içinde kalmıştır.

Böylesi bir siyasi ve toplumsal atmosferde yapılan 1977 genel seçimlerinde, Ecevit'in CHP’si % 41.1 oy
oranına ulaşıp mecliste 213 sandalye kazanırken, Demirel’in AP’si
% 36.9 oy oranında kalmıştır. Seçimler
sonrasında Ecevit tarafından azınlık hükümeti kurulmuş, fakat parlamentodan güven oyu alamamıştır. Bu ise,

12 Eylül 1980 darbesi ile sonuçlanacak olan, modern Türk tarihinin en karanlık dönemlerinden birinin
başlangıcı olmuştur.

7.4. 1980 VE SONRASI

Ülkedeki olumsuz gidişata son vermek amacıyla ordu, 12 Eylül 1980’de ülke yönetimine el
koydu. Genelkurmay başkanı Kenan Evren’in başkanlığında, ülkeyi 1983 yılının Kasım ayına kadar yönetecek
olan Milli Güvenlik Konseyi toplandı. Takip eden süreçte, zaten işleyemez hale gelmiş olan parlamentoyu
dağıtıldı. Ardından siyasi partiler kapatıldı ve liderleri tutuklanıp hapsedildi. Profesyonel meslek örgütlerinin
ve işçi sendikaları konfederasyonlarının liderlerine görevden el çektirildi. 24 Ocak 1980’den itibaren
uygulamaya konulmuş olan ekonomik stabilizasyon programı ve dış politika dışında, toplum hayatının bütün
kesimlerinde köklü bir revizyon başlatıldı.

Kasım 1983’te genel seçimleri yapma kararı alan. Evren ve askeri komite, emekli general Turgut
Sunalp’in kurmuş olduğu Milliyetçi Demokrasi Partisi’ni (MDP) desteklemiş olmasına rağmen, bu parti seçimlerde
beklenen başarıyı gösteremedi.. Arkasına iş dünyasının önde gelen patronlarının ve Amerika’nın desteğini almış
olan Turgut Özal’ın ve Anavatan Partisi’nin genel seçimlerden büyük bir zaferle çıktı. Ahmad bu seçimlerin
sonucunu ve Özal’ın zaferini çok çarpıcı bir şekilde dile getirir (Ahmad, 1993: 209): “1983 genel seçimlerinde
Türkiye bir devlet adamını değil, bir satıcıyı iktidara getirdi.”

Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi

ISSN:1694 - 528X    Sayı: 6    Mayıs - 2005

İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi - Türk Dünyası Kırgız - Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü Celalabat - KIRGIZİSTAN

Bir geçiş dönemi partisi görünümünde olan Anavatan Partisi gibi, partinin genel başkanı Özal’da renkli
bir kimliğe sahipti. “Dört eğilimi birleştirme” iddiası ile işe soyunan Anavatan Partisi yönetimi, partilerini Adalet
Partisi kadar muhafazakâr, Milli Selamet Partisi kadar dinci ve ümmetçi, Milliyetçi Hareket Partisi kadar milliyetçi
ilan ediyorlardı. Bütün bunlarla da yetinmiyorlar, üstüne bir tutam da sosyal demokrasi ekleyerek tadından yenmez
bir siyasi oluşuma hayat veriyorlardı. Siyaset tarihinde eşine az rastlanır bir zeka kıvraklığı örneği olan bu iddia,
yalnızca eşyanın tabiatına değil, siyasetin doğasına ve kendi iç dinamiklerine de aykırı bir durumdu. Herhangi bir
varlık, bir birey ya da bir siyasi oluşumun aynı anda her şey olduğunu iddia edebilmesi büyük bir cesaret örneği idi.
Aslında bu durum, bir filozofun şu sözlerine çağnşım yapıyordu: "everything means nothing!" (her şey demek,
aslında hiç bir şey demektir).

Sonradan bazılan tarafından “demokrasi havarisi” ilan edilecek olan Turgut Özal’ın siyasi arenada hızlı
yükselişiyle eş zamanlı olarak, tuhaf bir tesadüf ürünü olsa gerek, radikal İslamcı hareket de hızla güç kazanıp,
toplumda ve siyaset hayatında geniş mevziler ele geçirmiştir. Bu durum, “Türk-İslam Sentezi” olarak adlandırılan
ve siyaset bilim açısından ne tür bir sentez olduğuna akıl sır erdirilemeyen bir doktrinin, Özal-Evren ikilisince
devlet ideolojisi olarak topluma lanse edilmesiyle yakından ilişkilidir. İlk bakışta gözleri okşayıp, kulağa hoş
görünen bir ada sahip olan bu siyasi anlayış da, değil bir sentez oluşturmak bir arada bulunması bile mümkün
olmayan bir çok unsuru içinde barındırıyordu. Zeytinyağı ile su ne kadar bir sentez oluşturabilirse; gerçekte
birbirini dışlayan, siyasi anlamda birbirlerine hasım olan ümmetçilik ile milliyetçilik de o ölçüde uyumlu bir şekilde
bir arada bulunabilirdi.

Bazılarınca çok özgün olduğu iddia edilen bu ideoloji, bir çok sosyal bilimciye göre aslında bilinen
İslamcı siyasetin, kalıp değiştirmiş şeklinden başka bir şey değildir. Koyu bir ümmetçilik çizgisi taşıyan bu
anlayışta, “Türklük” olgusu gerçekte yalnızca bir dolgu malzemesi olarak kullanılmıştı (Güvenç, 1991; Kırçak,
1993). Özünde Atatürk Devrimlerinin kazanımlarını ortadan kaldırıp, modernleşme sürecini baltalamak ve karşı
devrimi, yani Şeriat kurallarına dayalı bir rejimi hayata geçirme arzusunda olan uyanık İslamcı ideologlar,
“Türklük” olgusunu çirkin amaçları için yalnızca bir araç olarak kullanıyorlardı. Gerçekte Türklüğü ve Türk
milliyetçiliğini yadsıyan ve asıl amaçları Arap milliyetçiliğine uşaklık yapmak olan bu anlayış, “Türk-İslam
Sentezi” adını, gerçekleri gizlemede bir kılıf olarak kullanıyorlardı.

Bu tatlandırılmış yutturmacayı, İslamcı siyaseti her türlü sol ideolojilere karşı panzehir olarak gören
(Ahmad, 1993: 214) bir çok mürekkep yalamış kişi de kolaylıkla yuttu. Ta ki bu acı hapın etkisi ortadan
kalkıp, 1990’lı yıllarda toplum gerçeklerle yüzleşene kadar. Bereket versin ki bu uyanış “atı alan Üsküdar’ı
geçmeden!...” gerçekleşti.

1983 yılında başlayan Anavatan Partisi hükümetleri dönemi, 1991 genel seçimlerinde, Demirel’in Doğru
Yol Partisi ile İnönü’nün Sosyal Demokrat Halkçı partisinden oluşan koalisyon hükümeti, Anavatan Partisi’nden
iktidarı devralmasıyla son buldu. Ahmad’ın (1993: 208), 1980’li yıllarda Türk toplumunda, kesimler arasındaki
sosyal-ekonomik uçurumların daha da arttığı, bu yılların Türkiye’de “sahip olanlar, her şeye sahip olanlar ve hiç
bir şeyi olmayanlaf’ toplumu yarattığı şeklindeki değerlendirmesine katılmamak mümkün mü? Hele hele, bu
yılları acı sosyo-ekonomik faturalarının ödenmeye çalışıldığı bu günlerin koşullarında, üçüncü bin yılın ilk
yıllarında!....

8. TÜRKİYE’DE ORDU VE SİYASET

Türkiye’nin toplumsal ve siyasi yapısı içinde ordunun ve askeri elitlerin, bir çok öteki toplumdan daha
farklı bir yeri vardır. Örneğin, Janowitz’in de vurguladığı gibi (1971: 105) Türk askeri elitleri, toplumsal
vesiyasi konularda, oligarşik bir yönetim anlayışıyla hareket etmezler. Tam tersine, siyasi bir hakem titizliği ile
görevlerini yerine getirirler. Öteki toplumlarda pek fazla rastlanmayan bu geleneğin temelleri,
daha Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Mustafa Kemal tarafından atılmıştır.

Mustafa Kemal Atatürk, ulusal liderlik rollerini üstlenmeye başladığı andan itibaren askeriyenin
aktif siyasetteki rolünün sınırlandırılması konusunda kesin bir kanaate sahipti (Janowitz, 1971: 104-105 ve
Öztürk, 1993: 58-60). O, askerlerin partizanca politika izlemelerinden, hem askeriyenin hem de siyaset
kurumunun, sonuçta ise bütün toplumun zarar göreceğini çok iyi biliyordu. Bu yüzden bütün çabaları
askerlerin, aktif ve partizanca siyasetten uzak duracağı, yeri geldiğinde siyasi hayatta hakem rollerini
üstleneceği bir siyaset anlayışını hayata geçirme amacına yönelik olmuştur. Aktif siyasi hayatta kalmak

Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi

ISSN:1694 - 528X    Sayı: 6    Mayıs - 2005

İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi - Türk Dünyası Kırgız - Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü Celalabat - KIRGIZİSTAN

isteyen askerlere kesinlikle karşı çıkmış; böylesi amacı olan askerlerin, ordudan emekli olmalarını ya da
askeri görevlerinden istifa etmelerini istemiştir. Bu kesin ve net tavır sayesindedir ki, askeriye içinde siyasi
görüş farklılıkları nedeniyle doğabilecek çatışmaların ve sorunların önüne geçilebilmiş, Türk ordusu içindeki
birlik ve bütünlük bu güne kadar korunabilmiştir. Atatürk’ün, asker-siyaset ilişkilerine yönelik olarak
Türkiye’de ortaya koyduğu bu sağlıklı ve akılcı model, köklü bir gelenek haline dönüşmüş ve O’nun
zamanından bu güne kadar etkin bir şekilde sürdürüle gelmiştir (Janowitz, 1971: 105).

Bir çok ülkede gözlemlenenin tersine, Kemalist Türk askeri elitleri sivil otoritenin, siyasi istikrarın ve
anayasal düzenin koruyucusu olarak görev yapa gelmişlerdir. Anayasaya uygun olarak görev yapan hükümetin
korunmasını kendileri için en temel görevlerden biri olarak kabul etmişlerdir (Perlmutter, 1981: 25). Sanılanın
ve bazılarınca iddia edilenin tam tersine, “Kemalist Türk ordusu, sivil rejimin bozulup çökmesini önleyecek bir
gözetmenlik görev yerine getirmektedir. Atatürk ülkedeki siyasi rejimi, askeriyenin de himayesi ve desteği ile
yalnızca sivilleştirmekle kalmamış, ordunun siyasi hayattaki sorumluluk ve görevlerine bir meşruluk da
kazandırmıştır. Bu sayede Türk ordusu hem Cumhuriyet’in, anayasanın ve anayasal düzenin hem de bu
değerlere sahip çıkan dürüst sivil yönetimin yegane koruyucusu olmuştur” (Perlmutter, 1981: 32).
Üstlendikleri sorumluluk ve görev alanlarına ilişkin tehlikeli durumlar belirdiğinde de, görevlerinin gereğini
yerine getirmişlerdir. Ancak, toplumsal ve siyasi kirlenme bertaraf edilip, siyasi istikrar sağlandığında da, kısa
süre içinde kışlalarına geri dönmüşlerdir.

Günümüz toplumlarında sivil-asker ilişkilerindeki denge her şeyden önce siyasi istikrar ya da
istikrarsızlığa bağlıdır (Perlmutter, 1981: 253). Bu değerlendirme Türkiye için de geçerlidir: Siviller, özellikle
de siyasi elitler tarafından yapılan hatalar, sivil otoritenin etkinlik ve ağırlığı konusunda kimi zaman derin
yaralar açmış olmasına rağmen; yine de normal koşullar altında, asker-sivil ilişkilerindeki dengede sivil
otorite ağır basar. Bununla birlikte, bir çok öteki ülkede olduğu gibi Türkiye’de de, temel toplumsal ve siyasi
konularda, en azından potansiyel olarak askerlerin etki ve ağırlığını gözlemlemek mümkündür. Ancak bu etki
ve ağırlık yasal sınırlar dahilinde olup, gelişmiş batılı toplumlarda olduğundan çok daha fazla değildir.
Lerner ve Robinson (1960: 22-23)’ın da vurguladıkları gibi, her şeye rağmen, sivil otoritenin etkinliği ve
ağırlığı konusunda Türkiye’nin performansı “göreceli olarak oldukça iyi, hatta kesinlikle iyi” olarak
değerlendirilebilir.

Öte yandan, yeri gelmişken, Cumhuriyet döneminde ülkemizde yaşanmış olan askeri müdahalelerin
(1960, 1971 ve 1980 müdahalesi) de genel bir değerlendirmesini yapmak gerekir. Çalışmanın önceki
bölümlerinde bu müdahaleler bir süreç olarak ele alınmış olduğu için burada, bu müdahalelerin, nedensel açıdan
genel bir değerlendirmesi yapılacak. Türkiye’de gözlemlenen askeri müdahaleler, nedenleri ve sonuçları
bakımından bir çok ülkede yaşananlardan oldukça farklıdır. Yaşanan her üç olayda da ordu, ülkenin toplumsal
ve siyasi hayatında ciddi boyutlu sorunlar ortaya çıktığında; ekonomik kalkınmada ve gelir dağılımında, sosyal
adalette ve kitlelerin eğitiminde demokratik hayatı tehdit eder nitelikte büyük sorunlar baş gösterdiğinde;
ve siyasi elitler de bu sorunlara etkin ve kalıcı çözümler üretmede yetersiz kaldıklarında siyasete müdahale
etmiştir. Türkiye’de yaşanan askeri darbelerin bir başka önemli ortak nedeni de, toplum hayatını tehdit edici
boyutlarda artan şiddet ve terör eylemleridir.

Dodd (1983: 29)’un da vurguladığı gibi, “ ... (Türk ordusu) askeri müdahalede bulunduğu için
eleştirilemez. Askerler, ülkede hızla tırmanan şiddet ve terör eylemlerinin önüne geçmek ve bunlarla
etkin bir şekilde mücadele edebilmek için, ülke siyasi hayatında önemli yer tutan siyasi partilere
defalarca koalisyon hükümeti kurmaları çağrısında bulunmuştur. ... Bütün bunların sonucunda (bütün
toplum gibi) askerlerde, politikacıların, bu duruma çözüm getirecek etkin bir şeyler yapamayacakları,
daha da kötüsü yapmayacakları kanaatı ortaya çıkmışsa, ülke yönetimine el koydukları için askerleri
suçlamamak gerekir.” Atatürkçü vatansever elitlerin en güçlü kolları olan askerler, sadece yapılması gerekeni
yapmışlardır.

Türkiye’de yaşanan her üç darbede de (1960, 1971 ve 1980) askerler, “Roma Diktatörlüğü” şeklinde
nitelendirilebilen bir yapılanma içine girmişlerdir: Hedeflenen, belirli ölçülerde de olsa işleyen liberal
demokratik bir sistemi hayata geçirip, kısa süre içinde ülke yönetimini yeniden sivillere bırakmak olmuştur
(Dodd, 1983: 23). Uygulamalar da hedeflendiği şekilde gerçekleşmiştir ve ordu her zaman iktidarı, kısa süren
bir askeri yönetim sonrasında ve barışçı yollarla siyasi elitlere bırakmıştır. Hatta 1971 müdahalesinde,
ordu doğrudan bir askeri yönetim kurma yoluna bile gitmemiştir (Dodd, 1983: 80).

Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi

ISSN:1694 - 528X    Sayı: 6    Mayıs - 2005

İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi - Türk Dünyası Kırgız - Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü Celalabat - KIRGIZİSTAN

Bütün bunlardan hareketle Perlmutter Türk ordusunu, “hakem (yansız aracı) ordu (arbitrator army)”
olarak nitelendirir. “Buyurucu-pretoryen ordunun (praetorian army)” tam tersi nitelikte olan hakem ordu, şu
özelliklere sahiptir (Perlmutter, 1981: 25-28):

“1. Kurulu toplumsal düzeni kabul eder.

2.    Sorunlar çözülüp, ortalık durulduktan sonra kışlalara geri dönmek yönünde bir gönüllülük ve
kararlılık vardır.

3.    Bağımsız bir siyasi organizasyon oluşturmak ve askeri yönetimi etkin-sürekli kılmak gibi bir amaç
görülmez.

4.    Askeri yönetimin süresine ilişkin bir zaman sınırlaması söz konusudur ve bu açıkça ifade edilir.

5.    Daha çok ordunun profesyonelliğini arttırmakla ilgilenilir.

6.    Daha çok ön planda değil de, perde arkasında kalma ve baskı grubu olarak çalışma eğilimi ağır
basar.

7.    Sivil cezalandırılma endişesi söz konusudur.”

9. 28 ŞUBAT SÜRECİ’NE İLİŞKİN BİR DEĞERLENDİRME VE SONUÇ

Bilindiği gibi Türkiye, 1995 genel seçimlerinden, siyasi gücün çok sayıda siyasi parti arasında
yayılmış olmasıyla çıktı. Seçime katılan siyasi partilerden beş tanesi, % 10'luk genel oy barajını aşarak mecliste
grup kuracak gücü elde etti. Mecliste temsil edilen altıncı parti de, genelde oldukça düşük olan oy oranına
rağmen, Anavatan Partisi ile yaptığı seçim ortaklığı sayesinde meclise girmeyi başaran Büyük Birlik Partisi
oldu. Bu partiler arasında ANAP, DYP, DSP ve CHP'nin yanı sıra, daha sonra demokrasi karşıtı ve
şeriat yanlısı eylemlerin odağı olduğu gerekçesiyle kapatılan radikal İslamcı Refah Partisi de vardı. Siyasi
güçteki bu aşırı dağınıklık, takip eden dönemde, parlamento çatısı altında karar alma ve yasama sürecinde
ciddi tıkanmalara neden olmanın yanı sıra daha birçok ciddi toplumsal ve siyasi sorunları da beraberinde
getirecekti.

Bu aşırı dağınıklığı fırsat bilen Fundamentalist İslamcılar, yürütme erkini ele geçirmek için
sistematik bir çaba içine girdiler. Bu çabalarının sonucunda da hükümeti ele geçirmeyi başardılar. Ardından
da muhalefet ve öteki elit grupları üzerinde yoğun bir baskı uygulamaya başladılar. Bütün bu uğraşlarda nihai
amaç, yıllardır içlerinde besleyip büyüttükleri mevcut demokratik rejimi, şeriat temeline dayalı dini bir rejimle
değiştirme arzusunu hayata geçirebilmekti.

Fundamentalist İslamcıların bütün bu çabaları, karşıt tepkileri de beraberinde getirdi. Türk toplumsal
tarihinde eşine az rastlanır bir demokratik ve sivil toplum hareketi ortaya çıktı. Demokratik, laik rejime sahip
çıkma temelindeki bu bilinçlenme çığ gibi büyüyüp elitleri, alt elitleri ve belli ölçülerde halkı da kapsayarak,
toplumun tamamını sardı. Demokratik güçler (sivil toplum örgütleri, iş ve işveren örgütleri, medya,
bilim dünyası, muhalefetteki siyasi partiler, askeriye, ... gibi), laik-demokratik rejimi, totaliter güçlere karşı
koruma yolunda yoğun bir iş ve güç birliği içine girdiler. Sonuçta da, ulusal güvenlik politikalarını belirlemede
en etkin kurumlardan biri olan Milli Güvenlik Konseyi, hükümeti demokrasi ve laiklik karşıtı faaliyetlere bir
son verip, anayasa ve yasalara uymaya ve bunları uygulamaya davet eden bir bildiri yayımlamak zorunda kaldı.

İşte belli bir kesimin diline pelesenk ettiği, sövgüler düzmek için fırsatlar kolladığı "28 Şubat
SürecVmn
özünde, aslında bütün bu gerçeklikler yatar (Arslan, 2001: 71-80). Demokrasi ve laiklik karşıtı
güçlerin 28 Şubat Süreci'ne ve bu sürecin baş mimarı olarak gördükleri Türk ordusuna, büyük bir düşmanlık ve
kin beslemelerini altında aslında bu neden yatar.

Yakın tarihimizde yaşanmış bu örnek de açıkça gösteriyor ki; güçler ayrılığı, daha açık bir anlatımla
gücün farklı elit grupları arasında dağılmış olması ve bu güçlerin göreceli de olsa bağımsızlığı, demokratik
sistemin varlığının korunması ve demokrasinin sağlıklı bir şekilde gelişebilmesi açısından hayati bir önem
taşımaktadır. Çünkü, Schumpeter'in de vurguladığı gibi, seçmenler ya da halk, seçilmiş politikacıların gücünü
ve edimlerini doğrudan kontrol edebilecek araçlara ve güce sahip değildir. Bu seçilmiş politikacılar ancak,
güçlü ve bağımsız elitler tarafından kontrol edilip dengede tutulabilir.

AKADEMİK BAKIŞ

Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi

ISSN:1694 - 528X    Sayı: 6    Mayıs - 2005

İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi - Türk Dünyası Kırgız - Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü Celalabat - KIRGIZİSTAN

Bu örneğin açıkça gösterdiği bir başka gerçeklik de, elitlerin birlik ve beraberliğinin dengeli bir
şekilde ve zamanında ortaya çıkmasının, demokrasi açısından taşıdığı önemdir. Burada, Aron'un
"elitlerin iş
birliği özgürlük getirirken, aşırı dağınıklık ise devletin sonunu getirebilir"
anlamına gelen vurgulamasını
hatırlamadan geçmek hiç olur mu? Yine hatırlanması gereken bir başka gerçeklik de, elitlerin göreceli
bağımsızlığı ile elitlerin dayanışmasının biıbirleriyle ve demokrasiyle çelişmediği realitesidir. Çünkü, yalnızca
bağımsız bireyler ya da gruplar ortak duygu, düşünce ve hedefler doğrultusunda dayanışma içine girebilirler.
Sözün özü ne elit işbirliği olmadan, ne de elitlerin bağımsızlığı olmadan demokrasiden söz etmek mümkün
değildir.

KAYNAKÇA:

AHMAD, F. (1993), The Making of Modern Turkey, London: Routledge.

ARSLAN, A. (2003), “28 Şubat Süreci Demokratik bir Savunma Refleksidir", 28 Mayıs 2003
www.haberanaliz.com

ARSLAN, A. (2001), Elit Sosyolojisi, Tokat: Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü (Yayına hazır kitap).
ARSLAN, A. (1999),
Who Rules Turkey: The Turkish Power Elite and the Roles, Functions and Social
Backgrounds of Turkish Elites, Guildford: University of Surrey, Department of Sociology (PhD Thesis).

CİNDEMİR, Kasım, Hürriyet Gazetesi, 5 Temmuz 1999
DUNN, J. (1972)
, Modern Revolutions, Cambridge: Cambridge UP.

DUVERGER, M. (1964), Political Parties: Their Organisation and Activity in the Modern State, London: Methuen
& Co. Ltd.

FREY, W.F. (1965), The Turkish Political Elite, Massachusetts: MIT Press.

GÜVENÇ, B. & et all. (1991), Türk-İslam Sentezi (Turkish-Islamic Synthesis), İstanbul: Sarmal Yay..

HUNTINGTON, S. P. (1968), Political Order in Changing Societies, New Haven: Yale UP.

JANOWITZ, M. (1971), The Military in the Political Development of New Nations, Chicago: The University of
Chicago Press.

JARY, D. & Jary, J. (1991), Dictionary of Sociology, Glasgow: Harper Collins.

KARPAT, H.K. (1973), Social Change and Politics in Turkey: A Structural-Historical
Analysis, Leiden: E.J. Brill.

KIRÇAK, Ç. (1993), Türkiye’de Gericilik 1950-1990 (The Islamic Fanaticism in Turkey), Ankara: İmge.

LEWIS, B. (1961), The Emergence of Modern Turkey, London: Oxford UP.

LERNER, D. & ROBINSON, R. D. (1960), “Swords and Ploughshares: The Turkish Army as a Modernising
Force",
World Politics, October 1960, pp.: 19-44.

ONULDURAN, E. (1974), Political Development and Political Parties in Turkey, Ankara: Ankara Üniversitesi
Yayınları.

ÖZTURK, M (1993), Ordu ve Politika (Army and Politics), Ankara: Gündoğan Yayınları.

RUSTOW, D. (1959), “The Army and Founding of the Turkish Republic", World Politics, July 1959, pp.: 513-52.

ŞEN, S. (1996), Silahlı Kuvvetler ve Modernizm, İstanbul: Sarmal Yayınları. TEZİÇ, E. (1976), Siyasi Partiler
(The Political Parties), İstanbul: Gerçek. TURHAN, M. (1991), Siyasal Elitler ( The Political Elites), Ankara:

Gündoğan.

13